Yüksek Öğretime Geçiş Sorunu

Untitled-1DMINWGLHAV81909

Arpa eken Buğday biçemez. “Türk Atasözü” Bu makalede, Yüksek Öğretim’e Geçiş Sınavı (YGS) sonuçları tartışılmaktadır. Bu amaçla öncelikle sınava ilişkin sayısal bilgiler verilmektedir. Bu bilgiler ışığında 2014 sonuçları, son 5 yılın YGS sonuçlarıyla karşılaştırılarak değerlendirilmektedir. YGS Sonuçları YGS sınavlarına 2014 yılında 2.086.115 kişi başvurmuş, bunlardan 1.950.163 sınava girmiştir. Başka bir anlatımla sınava başvuranların 57.525’i sınava katılmamıştır.

Öte yandan sınava giren 50.000 kişinin puanları hesaplanamamıştır. ÖSYM dilinde puanı hesaplanamayan aday demek, sıfır çeken öğrenci demektir. ÖSYM daha ince ve zarif bulduğu için puanı hesaplanamayan aday demeyi tercih ettiğine göre biz de öyle diyelim. Ancak toplam 6 YGS testinden 50.000 kişinin sıfır çekmesi pardon puanı hesaplanamayan aday durumunda olmasını da altı çizilmesi gereken bir başarı olarak kayıtlara geçirelim.

Üstelik sadece Türkçe, matematik, fen ve sosyal testlerinden 4’er net yapan öğrenciler 140 puan barajını aşarken bu testlerden 10’ ar net çıkaran adaylar da 200 puan alıyorlar. Son 5 Yılın Panoraması Son dönemde eğitim kamuoyunda genel olarak akademik başarının düştüğü yönünde yaygın bir görüş birliği bulunmaktadır. Bu açıdan YGS sonuçlarına biraz daha yakından bakalım ve bu amaçla 4 ayrı test diliminde gerçekleşen doğru yanıt oranlarının dağılımını inceleyelim. Gerçekten tablo düşündürücüdür. Görüldüğü gibi 2010 YGS sonuçlarına göre bütün testlerde net doğru yanıt oranları belirgin bir biçimde düşme eğilimindedir. Özellikle matematikte başarı yarı yarıya düşerek trajik bir hâl almıştır. Bu tablo karşısında eğitim kamuoyunun derin bir suskunluk içinde olması, susma nezaketiyle açıklanabilir mi? Ancak bu derin ve bilgece suskunluk, kayıtsızlıktan ya da sorumsuzluktan kaynaklanıyorsa o zaman bu durum daha elem verici olmaz mı! Fabrika Ayarları Durum şöyle de özetlenebilir:

2014 YGS sınavına giren çocuklarımız 2010 göre daha başarısız sonuçlar aldıklarına göre bugün dünden daha başarılı öğretmen, mühendis ya da doktor yetiştirdiğimizi söyleyebilir miyiz? Evet, diyorsak daha giriş aşamasında örneğin 100 sorunun 10’una doğru yanıt verenlerin 20 doğru yanıt verenlerden daha başarılı olduğunu da söylemiş oluruz. Böylece 10’un 20’den daha büyük olduğunu da kabul etmiş olmaz mıyız? Talebe göre neredeyse herkese yükseköğretim olanağı arz etme politikalarının dayanılmaz popülaritesi de burada özel bir öneme sahiptir. Ne var ki arz talepten fazla olunca nitelik azalırken sadece nicelik artar. Bugün olan da budur.

İlk ve ortaöğretimde düşen başarı tsunami dalgaları gibi gelip Yüksek Öğretim’in duvarlarını yıkmaktadır. Dolayısıyla “Yarım imam dinden, yarım doktor candan eder.” formatıyla fabrika ayarlarında çalışan üniversitelerimizin kalitesi her geçen gün daha çok sorgulanmaktadır. Acaba gemi su alırken kaptan köşkünde dans müziği eşliğinde eğlenenler, alabora olurken de vals yapabilecekler midir? Belki de valsi gönülden sevenler, bu savruluşun müziğin temposu ve hayatın (Burada hayat piyasa anlamındadır.) olağan akışına da uygun olduğunu bildikleri için ağustos böceği gibi yaşamayı tercih ediyorlardır.Ancak gelecek kuşakların sorunlarına dikkat çekmek isteyenlerin seslerinin duyulmaması için yaylı sazlar eşliğinde tempo tutarak karaya oturmak üzere olan gemiden daha ne kadar el sallanabilir? Deniz Bitmek Üzere Yakında şöyle bir duyuru ile karşılaşabiliriz:

“Sayın yolcular, kaptanınız konuşuyor; deniz bitmek üzeredir!”. Şöyle de denebilir: “Tünelin ucunda görünen ışık üzerinize gelen trenin ışıklarıysa karartma yöntemleri ile gerçekler daha ne kadar saklanabilir?”. Bu bağlamda özellikle ÖSYM soruları ve doğru yanıtları ayrıca iller ve okullar düzeyinde başarı oranlarını gizleyerek büyük işler başarmaktadır. Bu arada yeni adı Ölçme Seçme ve Yerleştirme Merkezi olan ÖSYM, sınav verilerini analiz etmek durumunda değil midir? Bu görevi gerçekten yapıyorsa ölçme, seçme ve yerleştirme kriterlerini akademik dünyayla ve eğitim kamuoyuyla paylaşmak durumunda değil midir? ÖSYM başkanı Sayın DEMİR sınav bilgilerinin kamuoyundan saklandığına yönelik eleştirilere şöyle yanıt veriyor: “Şeffaf bir kurum olacağız, şeffaflığın zirvesinde olduğumuzu söyleyebilirim, her aday kendi cevap kâğıdını görebiliyor ( Dikkat, soruları ve cevap anahtarlarını göremiyor.), soruların yayımlanmaması şeffaflığa aykırı değil. Biz de parlamentodan geçen kanun doğrultusunda ( Sınav sonuçlarını bilgi edinme yasasının dışına çıkarılması kastediliyor.) sorularımızın yüzde 20’sini yayımlayacağız dedik ve yayımladık… Bu sayı yeterlidir…” (Basın) Sizce de yeterli midir? Bu açıklama eğitimin doğasına, sınav etiğine, şeffaflığa, kurumsal hesap verebilirliğe, hakkaniyete uygun mudur? Dönüt, düzeltme ve geribildirim gibi öğrenme sürecinin ayrılmaz aşamalarına uygun mudur? Değerli eğitimciler, uygunsa siz de söyleyin ve bundan böyle yaptığımız sınavların soru ve yanıtlarını öğrencilerimizle paylaşmayarak hep birlikte hayatı tersinden okutmaya devam edelim.

En azından bizde ÖSYM gibi bu soruları tekrar sorabilirim diyerek açıklamadığımızı belirtelim ve uygun adım yürümeye devam edelim. Bitirirken… Gerçekler acı da olsa bitirirken bir espri de biz yapalım. Böylece hem koroya katılmanın hazzını yaşarız hem de solo olmanın keyifli yalnızlığından kurtuluruz. Karartmadan sadece meraklı kediler sorumlu tutuluyorsa, ülkemizde mizah anlayışı gelişiyor demektir!

Eğitimde Düşündürücü Tablo

Untitled-1DMINWGLHAV81909

Bu makalede PISA-2012 sınav sonuçları ve OECD’nin Bir Bakışta Eğitim (Education At A Glance) raporları ışığında Türk Eğitim Sisteminin değerlendirilmesi amaçlanmaktadır. Bilindiği gibi Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) eğitim koordinatörlüğünce 3 yılda bir yapılan PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) sınavlarıyla ülke eğitim sistemleri bir dizi endeks bağlamında karşılaştırılarak değerlendirilmektedir. Söz konusu sınavlar sırasıyla Matematik, Fen Bilimleri ve Okuma Becerileri kategorilerinde yapılmaktadır. PISA 2012 SONUÇLARI Sıra Ülke Mat Fen Bil Okuma 1 Çin- Şanghay 613 580 570 2 Singapur 573 551 542 3 Çin-Hong kong 561 555 545 4 Çin-Taipei 560 523 523 5 Güney Kore 554 538 554 OECD ort. 494 501 496 42 Yunanistan 453 467 477 43 Sırbistan 449 445 446 44 Türkiye 448 463 475

Kaynak: PISA 2012 Results, OECD (2013)

Genel Görünüm Kuşkusuz PISA sınavları sadece eğitim kamuoyunu değil tüm toplumu ilgilendirecek nitelikte, dünya çapında önem taşıyan bir olaydır. İngiltere başta olmak üzere birçok ülke parlamentosunun olağanüstü toplantılar yaparak özel gündemle değerlendirdikleri PISA sınavlarına ne yazık ki ülkemizde aynı ilgi gösterilmemektedir. Gerçekte PISA 15 yaş çocukları üzerinden ülke eğitim sistemlerinin pedagojik, teknik, metodolojik, psikolojik ve felsefi boyutlarını panoramik bir bakış açısıyla sorgulama şansı vermektedir. Ancak belki de böylesine geniş kapsamlı ciddi bir değerlendirme sürecine kayıtsız kalmanın gerekçesinin de bu sorgulama süreci ile ilgili olduğu düşünülebilir. Özetle ne yazık ki PISA sonuçları konusunda alınan bu tavır “Göz kendini göremezmiş.” sözünü bir kez daha doğrulamaktadır. Bütün bu yorumların aksine PISA sonuçları, en azından ilgili çevrelerde biliniyorsa “Acaba gerçekler acı olduğu için mi görmezlikten gelinmektedir.” yorumu da yapılabilir. Bu durumda özellikle eğitim fakültelerinin ve MEB’in duyarsızlığının da sonuçlar kadar düşündürücü hatta elem verici olduğunu itiraf etmeliyiz. Sonuçlar PISA 2012 sınavlarının başlıca sonuçları aşağıdaki gibi sıralanabilir:

• 34’ü OECD ülkesi olmak üzere toplam 65 ülkenin katıldığı PISA sınavlarına göre Türkiye matematikte 44., fen bilimlerinde 43., okuma becerilerinde 42. olmuştur. Ayrıca Türkiye OECD ülkeleri içinde sadece Meksika ve Şili’yi geride bırakarak 32. sırada yer almıştır.

• PISA sınav soruları zorluk derecelerine göre kolaydan zora doğru 6 düzeyde yer almaktadır. Çocuklarımızın fen bilimlerinde % 57.3’ü, matematikte R’si, okuma becerilerinde ise Q.9’u ancak birinci ve ikinci düzeydeki sorulara yanıt verebilmiştir. Bu durum özellikle öteleme, dönüştürme, yordama, analiz-sentez ve yaratıcılık gibi öğrenme süreçlerindeki yetersizlikten kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla çocuklarımızın analitik ve eleştirel becerilerini geliştirmek amacıyla öğretmen yetiştirme programlarında felsefe eğitimine özel bir önem verilmelidir.

• OECD ülkelerinin matematikte 494, fen bilimlerinde 501, okuma becerilerinde ise 496 puanlık ortalamalara sahip olduğu hatırlanınca Türkiye’nin matematikte 46, fen bilimlerinde 38, okuma becerilerinde 21 puan geride kaldığı anlaşılmaktadır. Öte yandan her 3 puan türünde de 1. olan Çin’e göre bir değerlendirme yapıldığında matematikte 165, fen bilimlerinde 117 ve okuma becerilerinde 95 puanlık bir fark olduğu görülmektedir. Özellikle fen bilimlerinde çocuklarımızın 6. düzeyde yer alma oranının % 0.5, matematikte %1 ve okuma becerilerinde ise %0.3 oranında olması kaygı vericidir.

• Türkiye 2003 yılından beri yapılmakta olan PISA sınavlarında göreli olarak önceki sınavlara oranla puan artışı göstermekle birlikte sıralamadaki yeri değişmemiştir. Bu durumun en önemli nedeni birçok ülke için benzer puan artışlarının söz konusu olmasıdır. Nitekim 2003’e göre Türkiye matematikte ortalama 3.2, fen bilimlerinde ise 6.4 puanlık artış sağlamıştır. Aynı dönemde Çin, ortalamalarını her üç alanda da belirgin bir biçimde artırmıştır. Bu durumda bizden sıralamada 2 basamak önde yer alan Yunanistan’a puan olarak yaklaştığımızı belirterek teselli aramak, ormanı ve ağaçları ne tek tek ne de bir bütün olarak görmek olgusu ile açıklanabilir.

• PISA 2012 sonuçları, 2003’ten bu yana gözlenmekte olan bölgeler arası eğitim eşitsizliklerinin devam ettiğini göstermektedir. Buna göre Doğu, Güneydoğu ve Karadeniz bölgelerinde diğer bölgelerimize oranla eğitim kalitesinin belirgin bir biçimde düşük olduğu söylenebilir. Bu bağlamda fen eğitiminde Güneydoğu Anadolu, matematik eğitiminde ise Orta ve Doğu Anadolu bölgeleri Batı Marmara’nın iki yıl gerisindedir. • UNESCO, OECD gibi birçok uluslararası örgütün yaptığı araştırmalarda okul öncesi eğitime ayrılan her bir yılın ülke notlarının bütün kategorilerinde 10 puanlık bir artış sağladığı belirtilmektedir. Bu durumu okul öncesi eğitimin yaşamsal önemde olduğunu unutanlara hatırlatmakla yetinelim.

• OECD ve UNDP raporlarına göre kişi başına düşen ulusal gelirin artışı ile öğrenci sınav başarıları arasında doğrusal bir ilişki vardır. Bu bağlamda 2003’e göre neredeyse kişi başına 3.000 dolardan 10.000 dolara yükseldiği söylenen ulusal gelir artışının yaşam kalitesine olduğu gibi eğitime de yansımaması düşündürücüdür. Bu durum bir ölçüde giderek bozulan gelir dağılımı “adaleti” ile açıklanabilir. Ancak sorun geniş ölçüde eğitim yatırımlarının ve eğitim yönetiminin niteliği ile ilgili görünmektedir. Bu arada OECD ülkelerinde ortalama ilköğretimde öğrenci başına düşen harcama 6.430 dolar iken Türkiye’de bu rakamın 1.130 dolar olması da anlamlıdır.

• Öte yandan ebeveyn eğitim düzeylerinin çocukların sınav başarıları ile ilgili olduğu, örneğin evdeki kitap sayı ve türlerinin bile kaliteyi etkilediği hatırlanacak olursa PISA sınavları ülkemiz adına bu açıdan da düşündürücü sonuçlar vermektedir. Buna göre ülkemizde kişi başına 6.5 yıl eğitim düşerken bu oran Eskişehir ve Ankara’da 8.5 yıl, Şanlıurfa ve Ağrıda 3.5 yıldır. OECD ülkelerinde ise kişi başına 11 yıl eğitim düşmektedir.

• Türk eğitim sistemi, uluslararası birçok araştırma raporuna göre az sayıda bireye dünya ortalamasının üstünde bir eğitim verirken büyük bir çoğunluğa ortalamanın altında bir eğitim vermektedir. Bu durum ülkemizde özellikle fırsat ve olanak eşitliği açısından ve bu kapsamda gelir dağılımı, cinsiyet, köy, kent ve bölgeler arasında ciddi eşitsizlikler olduğunu göstermektedir. Tartışma ve Sonuç PISA 2012 sonuçlanıncaya dek Finlandiya’nın sınav başarılarını küçük bir ülke olduğunu söyleyerek küçümseyenlere bu kez dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’den büyük bir ders çıkarma şansı doğmuştur. Demek ki güneş balçıkla sıvanmıyor. Ayrıca son 10 yılda uluslararası akreditasyon kuruluşlarınca ekonomide yıldızı parlayan ülke olarak tanımlanan Çin’in bu başarısının altında özellikle eğitim reformu ve bu bağlamda yapılan inovasyon ve ar-ge çalışmaları olduğu belirtilmektedir.

Bugün bize düşen görev eğitimde millî bir seferberlik ilan ederek acil bir eylem planı oluşturmaktır. Bu amaçla PISA sonuçları ile birlikte Türk Eğitim sistemini; öğretmen eğitimi, program içerikleri, ölçme değerlendirme, öğretim yöntemleri, öğrenme ortamları gibi tüm yönleri ile değerlendirmek için Millî Eğitim Şurası toplanmalıdır. “Masum değiliz hiçbirimiz.” anlayışıyla ve öz eleştiri bilinci ile dersler bazında düzenlenecek çalıştay, sempozyum ve benzer organizasyonlarla eğitim sorunları bilimsel bir perspektifle ele alınmalıdır. Bu bağlamda son dönemde pedagojik perspektiften uzak olduğu halde uygulamaya konulan ve adına reform denen politikalarla eğitimi nasıl deforme ettiğimiz gerçeğiyle yüzleşmek en büyük kazancımız olacaktır. Bitirirken PISA notumuzun FIFA sıralamasından daha önemli olduğunu (Ki bu futbolun eğitimden, başka bir anlatımla ayak topunun geleceğimizden daha az önemli olduğunu öğrenme fırsatı demektir.) hatırlamak da kendimize yapabileceğimiz en büyük iyilik olabilir.

Eğitimde Kalite Düşüyorsa Yaşamda Kalite Artabilir mi?

Untitled-1DMINWGLHAV81909

Bir insanın bilgisizliğini anlayabilmesi için bile bilgiye ihtiyacı vardır.” Montaigne Eğitim nedir? Kutsal metinlerde şöyle bir ifade vardır: “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?” Einstein’a göre insanlar ikiye ayrılır: “Bir mucize olduğunu bilenler, bir de bilmeyenler” Yunus ise, “İlim ilim bilmektir/ İlim kendin bilmektir/ O ki kendin bilmessin/ Bu nice okumaktır” diyor. Eğitimi tanımlayan bu eşsiz güzellikteki dizelerini şöyle tamamlıyor: “Okumanın manası/ kişi hakkı bilmektir.” Gerçekte eğitimin amacı, umudu yeşertmek ve dolayısıyla hayatı güzelleştirmektir. Bugüne dek insanlık, üretkenliği, mutluluğu, neşeyi, kahkahayı, barışı, esenliği, hoşgörüyü, gönenci, artırmak ve erdemi yüceltmek için henüz eğitimden daha sihirli ve etkili bir yol bulabilmiş değildir. Bu bağlamda eğitim bir yandan yeni duygular, düşünceler yaratarak dünyamızı güzelleştirirken; öte yandan patent, know-how, marka ve yeni teknolojiler geliştirerek yaşamı kolaylaştırır. Buna göre eğitim, sevgidir, barıştır, aşktır, bilgelik ve hayal gücüdür.

Dolayısıyla hem genlerin şifresini çözmek ve yıldızlara gitmek hem de kendimize gülebilmek için de eğitim gereklidir. Eğitim bize sadece dünyayı anlamak ve açıklamak için değil, daha güzel bir dünya yaratmak için de derin bir bilgelik ve hayal gücü kazandırabilir. Kendimizi ve başkalarını tanımanın ve anlamanın en iyi yolu da eğitimden geçer. Yunus’a dönelim yine o, “Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardaş gelir” diyor. Bir başka şiirinde ise “Sen kendini ne sanırsan ayrığı da (başkasını) onu say” diye sesleniyor. Demek ki sayın meclis başkanının İkinci Kamu Etiği kongresi açılış konuşmasında dediği gibi: “parlamento toplumun ortalamasını yansıtır, meclis kanun fabrikası gibi çalışıp yasa üretse de, kültür ve ahlaki boyutlardaki açıklar kapanmıyor… Demokrasinin ahlak ve kültür boyutu ise, kanunla değil toplumsal eğitimle düzeltilebilir.

Başka ülkelerde 3-4 bin kanunla devlet yönetilirken bizim ülkemiz 30-40 bin kanunla yönetilmektedir.” Başka bir anlatımla, dünyanın en çok yasa yapan hatta en güzel yasalarını, anayasasını yapan bir parlamentonuz olsa bile, hayat dünden daha güzel olmayabiliyor. Ya da şöyle diyelim, ne kadar çok yasa varsa o kadar çok sorun var demektir. Esasen sorunlar yasayla değil eğitimle çözülür. Bazı ülkelerde yazılı bir anayasa metninin bile olmadığını anımsayalım. Sorun nerede? Elbette Cumhuriyet döneminde, eğitimde önemli gelişmeler kaydedilmiş toplumsal, ekonomik, sosyal, kültürel kalkınmada eğitim bir katalizör olarak ciddi katkılar sağlamıştır. Son dönemde eğitime bütçe harcamaları içinde, önemli kamu kaynakları ayrılmış, ancak eğitim yönetiminde beceri ve öngörü eksikliği kaynakların önemli bir bölümünün heba edilmesine neden olmuştur. Özetle acaba eğitimde arzulanan noktaya ulaşabildik mi? Diğer bir ifadeyle eğitim kalitesinde bunca çabanın sonucunda, erişilen nokta tatmin edici midir? Ortaöğretime girişte görülen kan kaybının, üniversiteye giriş için de geçerli olduğu görülüyor. Bütün puan türlerinde 2010’a göre belirgin bir düşüş var.

Buna göre matematik 12.4’ten 7.4’e gerilerken Türk dili edebiyatı 21.5’ten 16.5’e düşüyor. Özellikle 2013 sonuçlarına göre 1 milyon 303 bin adayın fen bilimleri testinden, 840 bin adayın ise matematik testinden toplam 4 soruya bile doğru yanıt verememeleri oldukça düşündürücü. Kısaca haberler kötü değil, çok kötü. Halk arasında bir söz vardır: Akıllı adama lafın tamamı söylenmezmiş… Ne yapılıyor? Ne yapmalıyız? 2012 verilerine göre, üniversitelerde ön lisans lisans toplam 937 bin kontenjan varken; 194 bin kontenjan boş kaldı. Demek ki, kontenjan artışları toplumsal beklentilere ve hayatın gereklerine göre planlanamıyor. Bu arada, geçen yıl üniversite sınavlarına 1.700.000 öğrencinin girdiği anımsanacak olursa, zaten başvuran her iki öğrenciden biri üniversiteye yerleşiyor. Üniversitelerde mevcut haliyle neredeyse metrekareye 5 öğrenci düşüyor. Ancak Fen Edebiyat fakülteleri ve bazı meslek yüksekokul programlarına yönelik talep giderek düşerken, ihtiyaç duyulan alanlarda yeterli kontenjan sağlanamıyor. Öte yandan eğitimde neler oluyor diye baktığımızda, sorun nitelikte değil de, nicelikle ilgiliymiş gibi durmadan yeni yükseköğretim kurumları açıldığını görüyoruz. Son olarak 28 Mart 2013 tarihli gazetelerden, Ankara, Hacettepe ve Gazi üniversiteleri bir araya gelerek (International United Ankara University- IUAU) adıyla yeni yarı-sanal bir üniversite daha kurulacağını öğreniyoruz. Bu üniversitede tıp, eczacılık, diş hekimliği, sağlık bilimleri, ziraat, veterinerlik, mühendislik- mimarlık, fen bilimleri, mütercim-tercümanlık, eğitim gibi her alanda fakülteler açılıyor.

Oysa bu üniversitelerin adı geçen bütün alanlarda, fakülteleri ve bu fakültelerde toplam 200 bin örgün öğrencisi vardır. Bu alanlarda daha fazla örgün öğretim olanağı varsa, neden örgün öğretim yerine uzaktan eğitim tercih ediliyor? Daha ucuz diyorsanız gerçekten de ucuz olabilir. Ancak ne yazık ki bazen ucuz sandığımız şeyler bize çok pahalıya mal olur. İki yıl uzaktan eğitim verilecek olan bu programlardan mezun olacak mühendislere, umarım, yol, köprü, makine yapmayı ve doktorlara hasta muayene etmeyi ve ameliyat yapmayı öğretebileceğimiz sihirli yollar bulunmaktadır. İlk ve orta öğretimdeki gibi akıllı tahtalardan medet umulacaksa, tahtalara vurmak lazım. Eğitimde böylesine sihirli çözümler varsa, örgün okumanın hiç gereği yok demektir. Yalnız halk arasında “yarım doktor adamı candan, yarım imam dinden eder” diye bir söz de vardır. Bu arada yakından eğitim aldıkları halde 300 bin atanamayan öğretmen varken, öğretmen eğitimine üstelik de uzaktan eğitim yoluyla girmek, ciddi bir cesaret ve fedakârlık göstergesi olsa gerek. Öte yandan dershaneler kapatılacak, sınavlar kalkacak diye beklerken hem dershane sayıları hem de sınavlar artıyor.

Geçen yıl yapılan Dünya Değerler Atlası Araştırması verilerine göre, İsveç’te her 10 kişiden 8’i diğerine güvenirken Türkiye’de ise her 10 kişiden sadece 1’i diğerine güvenmektedir. Araştırma sonuçları yeterince açık ve anlaşılır… SON SÖZ Eğitim, popülizm yapılacak bir alan değildir. Eğitim, temel bir insan hakkı ve insanlaşma aracıdır. Piyasalaşan eğitim ve itibarsızlaşan üniversite diplomaları eğitime saygıyı artırabilir mi? Sınavlarda düşen net doğru yanıt oranları, gerçekte anne babalar ve öğretmenler olarak hepimize verilen karne notlarıdır. Düne oranla daha düşük netlerle girilen üniversitelerden daha iyi doktorlar, öğretmenler mühendisler ve anne babalar yetişebilir mi? Özdemir Asaf bir şiirinde, “renkler kirlenmeye karar verince, birinciliği beyaz almış diyor”. Eğitimin rengi masumiyetin, içtenliğin, doğallığın rengi olan beyazdır. Lütfen çocuklarımıza daha iyi bir gelecek hazırlayalım. “Masum değiliz hiçbirimiz” sözündeki zarafet ve bilgelikle kendimizi sorgulayalım. Önce dünyanın en iyi öğretmenleri başta olmak üzere, en iyi mühendislerini, en iyi doktorlarını, en iyi anne babalarını, en iyi yurttaşlarını, en bilge, en şair, en şefkatli insanlarını yetiştirmek üzere çaba gösterelim.

Ve yazımızı yorumsuz olarak Mevlana’nın şu güzel sözleriyle kapatalım: “Bugün yeni bir gündür cancağızım, yeni şeyler söylemek lazım. Dün dünle beraber gitti. Bir toplumda herkes aynı şekilde düşünüyorsa, o toplumda gerçekte kimse düşünmüyor demektir, bu büyük bir günahtır.’’

tablo

MEB’e Göre Eğitim Yöneticiliği Neden Bir Meslek Değildir!

28 Şubat 2013 tarihli 28573 sayılı resmi gazetede yayımlanan “MEB eğitim kurumları yöneticileri atama ve yer değiştirme yönetmeliği” resmen ve alenen eğitim yöneticiliğinin bakanlıkça bir meslek olarak tanınmadığını göstermektedir. 1926 yılında çıkarılan 789 sayılı “Maarif Teşkilatına Dair Kanunun” ünlü 12. maddesinde yer alan “meslekte asıl olan muallimliktir” anlayışı üzerinden yaklaşık 90 yıl geçmesine rağmen hala yürürlüktedir. Nitekim adı geçen yönetmeliğin 1. maddesinde “ bu yönetmeliğin amacı MEB’e bağlı eğitim kurumları yöneticiliklerini, ikinci görev olarak yürüteceklerin seçimine, atanmasına ve yer değiştirmesine ilişkin usul ve esasları düzenlemektir” denilerek, yöneticiliğin öğretmenliğin doğal ve kaçınılmaz bir uzantısı, bir bütünün ayrılmaz ve vazgeçilmez parçası olduğu itiraf ediliyor.

Gerçekte bu bakış açısı, genel olarak davranış bilimleri alanında; özel olarak eğitim yönetimi planlama, program, ölçme değerlendirme ve benzer disiplinlerde oluşan akademik birikimi, dolayısıyla bu programlarda yetişmiş insan gücünü yok saymakla kalmıyor, açıkça yeterlik, liyakat ve kariyer gibi temel ilkeleri de görmezlikten gelerek ‘başarılı’ bir 28 Şubat darbesi yapıyor. Yönetici değerlendirme formunda “üniversitelerin sosyal veya eğitim bilimleri enstitülerinin eğitim yönetimi ve politikası, işletme, kamu yönetimi, siyaset bilim anabilim dallarıyla bunların alt programlarında yüksek lisans veya doktora öğrenimlerini tamamlayanlar ile, YÖK tarafından eş değerliği kabul edilenler yönetim alanında yüksek lisans ve doktora yapmış kabul edilecektir” denilmektedir. Böylece işletme programının (ki son dönemde özellikle vakıf üniversitelerinin eğitim sendikalarıyla işbirliği yapması sonucu tümüyle piyasalaşmış bir alandır), eğitim yönetimi alanı olduğu tescillenmiş oluyor.

Öte yandan, son dönemde bazı kamu üniversitelerinin yakından veya uzaktan ancak tercihen internet üzerinden eğitim yönetimi programları açma girişimleri, alanın itibarsızlaşması sürecine de özel bir destek sağlamaktadır. Yönetmeliğe dönecek olursak, çok daha düşündürücü ve üzücü olan yöneticiliğe atanmada yüksek lisansa 6, doktoraya 10 puan verilmesidir. Uzmanlık eğitimi alan az sayıda öğretmene lütfedilen bu “değer” yanlış anlamalara fırsat vermemek için doktora yapanların, ayrıca yüksek lisans için öngörülen puanlardan yararlanamayacağı belirtilerek ‘dengelenmektedir’. Esasen söz konusu puanlar 100 üzerinden ağırlandırılarak verilen endekse göre hesaplandığında, toplam puana yaklaşık üç puanlık bir katkı getirebilecekken “haksız rekabete yol açmamak için” Cin Ali mantığıyla sorun çözüme kavuşturulmaktadır.

Eğitim kurumları yöneticiliği yazılı sınavında, Türkçe, dilbilgisi, protokol kuralları, resmi yazışma kuralları gibi yaklaşık on başlık altında düzenlenen sınav konuları arasında hukuk, ekonomi, cumhuriyet tarihi gibi konulara yer verilmemiştir. Buna göre yöneticilerin sosyoloji, psikoloji, grup dinamiği, uygarlık tarihi, felsefe vb. temel disiplinlerin bilgilerinden muaf oldukları gibi, hukuk, ekonomi ve tarih bilmeleri de gerekmemektedir. Öte yandan, zaten yazılı sınavdan en az 70 alan başarılı olacaksa da, bu yeterli değildir çünkü adı geçen yönetmeliğin 11. maddesine göre sözlü sınavdan da en az 70 alma şartı aranmaktadır. Sonuç olarak yazılı sınavdan 100 alan adayın da, sınavı kaybetmesi sürpriz sayılamaz. Nitekim sözlü sınavın belirsiz içeriği ve muğlâk konu alanları kadar komisyonun yapısı da (yetkili sendika temsilcisinin bulunması sakıncalı görülmüş) durumu yeterince tartışmalı hale getirmektedir. Bu arada, Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu’nun 2008/774 numaralı kararla sözlü sınavda adayın verdiği yanıtların teknolojik araçlarla sesli ve görüntülü olarak kayıt altına alınması yönündeki kararına rağmen, idarenin bu hükme bu güne dek duyarlılık göstermediği anlaşılmaktadır.

Bu durum yönetimde saydamlık, hesap verebilirlik, objektiflik, eşitlik ve hakkaniyet ilkelerine aykırı uygulamaları olağanlaştırırken; yönetsel yetersizlikleri artırarak eğitim yönetiminde kalite sorununun, giderek daha çok hissedilmesine neden olmaktadır. Son dönemde kamuoyunda, sınavlar ve dershanelerin kaldırılması yönündeki sonuçsuz çabalardan, öğretmen yetiştirme ve atanma oranlarındaki tutarsızlıklara dek birçok konuda bakanlık örgütünde ciddi bir yetki, yeterlilik ve sorumluluk zaafı olduğu gözlenmektedir. Ayrıca mesleki teknik okulların dışında kalan neredeyse bütün liselerin ölçüt aranmaksızın Anadolu Lisesi yapılması SBS, YGS ve LGS’de ülke çapında net doğru yanıt verme oranlarının anlamlı bir biçimde düşmesi gibi birçok temel eğitim sorunu görmezlikten gelinmektedir.

Esasen bu yönetmelik, gerçekte bu düşündürücü tablonun doğal ürünü olduğu için sorunların nedenlerini göstermek açısından yararlı olabilir. Başka bir deyişle, sorunları yaratan düşünce aşamasında sorunlar çözülemez. Yönetim ciddi bir eğitim ve akademik yetişme gerektiren saygın bir meslek olarak algılanmalı, insan kaynakları rasyonel olarak planlanmalı, her tür atanma ve yükselmelerde kariyer yeterlik ve liyakat ilkelerinin uygulanması temel ilkeler olarak benimsenmelidir. Özetle, uzun süredir beklenen “Eğitim Kurumları Yöneticileri Atama Yönetmeliği” eğitim kamuoyunda ciddi bir düş kırıklığı yaratmıştır. Yönetsel ilkelerle ve etik değerlerle örtüşen, dolayısıyla akademik başarıya, yeterliğe, akreditasyona ve performansa vurgu yapan bir insan kaynakları, politikası verimli etkili ve üretken kamu yönetiminin güvencesidir. Milli Eğitim Bakanlığı’na gelişi eğitim kamuoyunda iyimserlik yaratan Sayın Nabi Avcı’nın, YÖK tarafından hazırlanan üniversite yasa tasarısını geri çevirirken haklı olarak altını çizdiği “metnin içerik açısından zayıf ve üniversite politikaları açısından yetersiz olduğu gerekçesi” bu yönetmelik için de geçerlidir. Eğitim kamuoyunda yapılan eleştiriler ışığında söz konusu yönetmeliğin gözden geçirilmesi ve böylece eğitimin doğasına ve yöneticilik mesleğinin saygınlığına uygun bir hale getirilmesi ortak beklentimizdir.

Prof. Dr. Ayhan AYDIN

Yorumlar için TIKLAYINIZ